“Yazılanlar yaşananlara mürekkep.” diye okumuştum bir yerde. Nasıl ki dolmadan taşmıyor, yanmadan pişmiyorsa; yaşamadan da yazamıyor insan. Bu bakımdan, okuyacağım kitabının yazarının hayatına göz atmayı, yaşadığı dönemdeki ekonomik, kültürel ve siyasi şartlarını kısaca öğrenmeyi alışkanlık edindim.
Kitabı okurken ayrıca yazarın hayatının izlerini sürmek ayrı bir heyecan veriyor bana. Bu kitap özelinde komünizm etkisinde de kalan Aytmatovdan orak, çekiç gibi kelimeleri duymak. Bir diyalogda;
– Suvan, mutlu olacağız değil mi? sorusuna:
– Toprak ve su insanlar arasında eşit olarak paylaştırılınca, kendi tarlamız olunca, … diye verilen cevabı görmek örneğin insanı heyecanlandırıyor. ‘Sobe’ demek geliyor insanın içinden.
Kırgızistanlı yazarımız Cengiz Aytmatov 1928 Bişkek doğumlu. Babası Stalin’in “temizlik” harekatında öldürülmüş. Annesi çeşitli memuriyetlerde bulunup dört çocuğunu büyütmek zorunda kalmıştır. Çocuk yaşında çalışmak zorunda kalmış, bir yandan ailesine ekonomik destek sağlarken bir yandan da Kırgızistan Tarım Enstitüsünde okuyarak veteriner olmuştur.
Edebiyata olan ilgisi onu bir yandan da gazetelerde yazmaya iter. 1958’de Moskova Gorki Edebiyat Enstitüsüne kaydolur. O yıllarda yazdığı Cemile büyük ilgi görür ve Fransızcaya çevrilir. Bu da onun için dönüm noktası olacaktır.
Üniversitede okuduğu yıllarda Sovyet Komünist Partisine ve Yazarlar Birliğine kabul edilir. Babasının Stalin karşıtı olması partiye kabulünü zorlaştırsa da yumuşayan siyasi şartlar kabulün önünü açar. Güçlü edebi kişiliğinin yanında siyasi kimliği ve temsil kabiliyeti sayesinde Sovyet devletinden itibar görmüş ve çeşitli birimlerde görevlendirilmiştir. 15 yıl boyunca Avrupada SSCB ve Kırgızistan büyükelçiliği yapmış; Gorbaçov (Sovyetler Birliğinin son lideri) döneminde Sovyet Parlementosu Kültür ve Ulusal Dil Komitesi Başkanlığı ve Sovyet Yazarlar Birliği Sekreterliği görevinde bulunmuştur.
Gün olur asra bedel romanın sinemaya uyarlanması çalışmaları sırasında rahatsızlanmış ve 2008 yılında vefat etmiştir.
Toprak Ana Aytmatov’un yaşadıklarına haykırışı gibi… Duygunun okura bu denli geçmesinin sebebi tamamen bu. Savaş yılları, babasız kalan aileler, evlatlarını yitiren anneler, eşlerini kaybeden gelinler. Ve geride kalan acılar.
Metafor kelimesini ete kemiğe büründürmek istersek karşılığı işte bu kitaptır. Toprak öyle bir yerde duruyor ki kimi zaman yaratıcıyı, kimi zaman coğrafyayı, kimi zaman kaderi, kimi zaman da insanın ta kendisini temsil ediyor. Tüm ailesini savaşta kaybetmiş bir annenin yaradana sığınışını, kendiyle konuşmasını, doğduğu coğrafyaya sitemini barındırıyor.
Kitabı okuyacak olanlar için yazının bu kısmından sonrasının spoiler içereceğini belirtmek istiyorum.
Bir dalga halinde yükselen mutluluk karşılıyor sizi kitapta. Sevdiği insanla evlenen, üç tane erkek evlat dünyaya getiren ve onların büyüyüp elinin ekmek tuttuğunu gören bir anne… Zaman hasat zamanı. En büyük oğlu tarım enstitüsünden biçer kullanma belgesi alıyor -bu yoksulluk içinde yaşayan bir aile için büyük şans- ardından da evleniyor. Ortanca çocuk eğitim yolunu seçiyor ve büyük şehire eğitim için gidiyor. Son çocuk henüz küçük yaşlarda.
Kocası, oğlu, gelini ve tüm köylüler tarlada el birliği ile harmanı kaldırıyorlar. Bu sırada köye ulaşan ulak savaşın başladığı haberini köylülere iletiyor. Ve dalga dalga hüzünün ve sonlara doğru göz yaşlarınızın da size eşlik edeceği sona doğru yol almaya başlıyorsunuz.
Önce askerlik çağındaki gençleri orduya alıyorlar. İlk oğluna burada veda etmek zorunda kalıyor aile. Ardından okuyan oğlundan gelen bir mektup; cepheye çağırıldım. Cepheye giden trenin geçişini beklemeleri ve geçerken annesine kepini atışı duygu yükünü ağırlaştırıyor. Giderek ağırlaşan savaş şartları ve evin babasının da cepheye gitmesi. Ve gelen ölüm haberleri, kıtlık zamanları. Cephe gerisinde çalışacak erkek nüfusunun kalmaması, tarlaların ekilip biçilememesi ve erzakların tükenmesi. Varını yoğunu da cephedeki askerlere gönderen halk.
Büyük oğlunu ve eşini kaybettiği haberini birlikte alıyor. Gidenlere üzüldüğü yetmezmiş gibi bir de kalanlar üzülmek düşüyor payına. Gelinine üzülüyor. Kaynana gelinden çok anne kız gibi bir ilişki var aralarında. Oğlunun ölüm haberinin ardından isterse ailesinin yanına dönebileceğini söylüyor ama kız bunu reddetiyor. Hatta oğlundan sonra evlenmesini ve hayatına devam etmesini bile içten içe istiyor anne.
Ve savaş bitiyor. Ardında yıkımlar bırakarak. Henüz hayatının baharında bile olmayan çocukları, yarım kalmış hayatları, hayalleri, umutları alarak gidiyor. Kalanlar için hayat bir şekilde devam etmek zorunda. Gelenekler insan hayatında tutunulacak bir dal, geçmişe bir saygı, gidenleri anmak gibi bir duyguya dönüşüyor. Buruk olsa da şenlikler yine düzenlenmeye, oyunlar yine oynanmaya başlıyor. Kırgız geleneğinde bir oyunda, usulen postun bir evin önüne bırakılması o evden birine talip olunduğunun göstergesi sayılıyor. Postu evin önünde bulan anne şaşırıyor, bir yandan kıskançlık, bir yandan sevinç. Kaynana – ana arasında gidip gelen bir duygu.
Gelinin de postu evin önüne bırakan adama gönlü kayıyor. Gizliden buluşmalar ve henüz evlilik olmamışken hamilelik. Sonradan da öğreniliyor ki adam evli ve çocukları var. Öylece kalakalıyor ortada ama kaynana yine de gelinine kendi kızı gibi sahip çıkıyor. Gelinin pişmanlıkları, kaynanasına karşı mahcubiyeti onu ailesinin evine dönmeye itse de ailesi tarafından kabul görmeyip geri dönmek zorunda kalıyor. Ardından kendini cezalandırmaya kalkışması. Doğuma yakın bir zamanda evi terk etmesi ve ölmek üzereyken bulunması. Oracıkta doğum… Ve geride minik bir dünya bırakarak hayatı terk etme. Bebeğinin ilk ağlayışının sanki annesinin ölümüne olması…
Bir kadının ne oğlundan ne kızından olan bir bebeği sahiplenişi ve sanki torunuymuş gibi yetiştirmesi. Oğlundan kalan bisikletin çatı katından indirilmesi ve çocuğun “babamın bisikleti” diye ona sahip çıkması.
Kitap boyu toprağa dert yanan kadın. Bunları torununa nasıl anlatacağını, nasıl açıklayacağını soruyor toprağa.. Cengiz Aytmatov, berrak ve akıcı üslubuyla bizleri adeta insanları öğütür gibi harcayan savaş düzeneğinin yarattığı trajedilerle sarsıyor.